Uterusun Peşinde

1. İnsan Evreni Hikaye Yarışması Birincilik Ödülü

Yazar: Tuğba Akbulut

Yılın sonlarına yaklaştığımız için kış mevsimi kendini iyiden iyiye belli etmeye başlıyordu. Bıçaktan daha keskin bir şekilde yüzüme temas eden rüzgar, imkanı olsa sadece temas etmekle kalmaz tenimi kırmızıya boyardı. Üstüme giydiğim cüppenin yakalarını kaldırarak rüzgara siper ettim. Limana en yakın konaklama yerine sadece birkaç metre uzaktım. Kimsenin daha fazla dikkatini çekmeden kafamı eğerek yürümemi hızlandırdım. Binanın girişine vardığımda benden daha uzun boylu birisinin girişi engellemesi yüzünden durduruldum. Gözlerimi adamın ayaklarından yüzüne çevirdiğimde aslında tanıdığım birinin yolumu kestiğini anladım.

“Hiç sırası değil, Peder. Nasihat ve nutuklarına yemek odasında tavuk butuna odaklanmış şekilde katlanmayı tercih ederim.”

“Seni kendini beğenmiş velet. Nasihat ve nutuklarım senin gibi kelimelerin değerini bilmeyen biri için uygun değil. Sözde kendine büyücü diyerek ortalıkta dolanıyorsun. Bir büyücünün kelimelerinin efsununa inanmadığı nerede görülmüş?”

Böyle söylese de kapının önünden çekilip içeri girmeme izin verdi. Beni de beraberinde sürükleyerek yemek salonuna ilerlerken onu tekrar inceledim. Benimkine benzer bir cüppe tüm vücudunu sarıyordu. O, Bağırsak Ülkesi’nin en bilge insanıydı. Olduğundan genç görünümünü kesinlikle kullandığı doğal taşlara borçluydu. Bu sırrından kimseye bahsetmez ama simyacılığın devamını sağlamak için merkezdeki tek okulda dersler verirdi. Pankreas Ülkesindeki bağlantılarıyla ülkemizdeki kilit isimlerden biriydi. Gerçek ismi zamanla unutulmuş, Peder lakabıyla seslenmeye başlamıştı herkes. Sıradan bir vatandaş olarak onu bu kadar yakından tanımamın tek sebebi, anne ve babamın öldürülmeden önce onunla beraber çalışmalar yapmasıydı. Bir zamanlar öğretmenliğimi de yapmıştı ta ki benim madenlerde çalışmak üzere görevlendirildiğimi öğrenene kadar.

Salondaki en tenha kısımdaki masayı seçtiğinde önemli meselelerden bahsedeceğimizi anladım. Karşılıklı sandalyelere oturduğumuzda masadaki tabaktan kızarmış bir ekmek alarak konuşmasını beklemeye başladım. Zümrüt yeşili gözleri önce beni buldu, sonra da boynumdaki zincire kaydı. Orada olduğunu teyit ettikten sonra belirgin bir şekilde bedeni rahatladı. Onun yoğun bakışlarından sonra elim istemsizce kolyeme gitti, kolyemle temasımda bedenim sevecen bir sıcaklıkla kaplandı.

Kolyem ucunda ülkemizi değerli kılan yer altı kaynaklarından biri olan aminoasit doğal taşını taşıyordu. Bu taşı değerli yapan en önemli özelliğiyse büyülü bir yapıya sahip olmasıydı. Herkesin eline kolayca geçemeyen bu büyülü taşı kullanabilen insanlarsa simyacı olarak görevlendiriliyorlardı, aynı annemle babam gibi.

“Yapacağın yolculuk hakkında emin misin?” Düşündüklerim Peder’in sert sesiyle kesildi.

“Evet,” diyerek gözlerimi yeşilliklerine diktim. “Bu konu yoruma kapalı olarak anlaşmıştık seninle.” Etrafa kısaca göz gezdirerek göz temasımıza geri döndüm. “Seninle olan bu anlaşmamıza göre, özellikle toplum içinde konuşmamamız gerekiyordu.”

“Diğerlerinin canı cehenneme. Buradaki kimse doğal taşa sahip değil, bu kadar uzaktan konuştuklarımızı duyamazlar. Ayrıca kimse yasa dışı bir yolculuk yapıp defteri dürülmüş bir ülkeye gitmeyi planlamıyor.”

“Hadi ama Peder,” diyerek tabaktaki tavuklara yöneldim. “Gece, yolculuğum var ve senden duyduğum son şeylerin bunlar olmasını istemiyorum.”

“Aradığın şeyi orada bulamayacaksın, Efsun. Anne ve babanın ölüm sebebi o taş yığınlarının arasında beklemiyor seni. Onlar sadece işlerine kendilerini aşırı kaptırıp bilmemesi gerekenleri öğrenen iki talihsiz insandı. Uterus’un bununla bir alakası yok.”

Söylediklerini dikkate almadan masadan kalktım. Bu konuşma sıkıcı olmaya başlamıştı. Peder’in önünde duran kızarmış ekmekleri alırken kulağına doğru eğildim.

“Bilmemesi gerekenleri öğrenen herkesin ölmesi gerekseydi karşımda oturuyor olmazdın, Peder. Simyacılar Gaia’nın nadir ve değerli çıkan yer altı kaynakları gibi. Bir hatada vazgeçilemeyecek kadar değerliler.”

Ben salondan çıkarken kolumdan tutup engel olmadı ama son sözü benim söylememe de izin vermedi. Kulaklarımı okşayan fısıltısı kapıyı kapatmadan önce duyduğum son şey oldu. “Orada karşılaşacağız.”

Tuttuğum nefesi bırakarak hızlı adımlarla odama yürümeye başladım. Peder her zaman beni geriyordu. Ona söylediklerimde haklı olmadığımı biliyordum. Annemle babam asla Peder kadar önemli olamamıştı. Bir durumda ilk vazgeçilen elbette onlar olurdu. Ama görmem lazımdı. Uterus’a gitmem lazımdı. Peder’in kelimelerinin altında yatan anlamları da fazla sorgulamadım, orada olacağım dediyse mutlaka karşılaşacaktık.

                                                             *      *      *

Odamdan çantamı alıp koridora çıktığımda ceplerimi kontrol ettim. Aldığım kızarmış ekmekleri çantanın en dibine koyarak muhafaza etmiştim. Her şey tamamdı, bir gemi yolculuğuna hazırdım. Gaia da ülkeden ülkeye yolculuklar için her zaman gemi yolculukları tercih edilirdi. Giydiğim kapüşonun şapkasını geçirip cüppenin yakalarını dikleştirdim. Koridor kadar siyah rengine bulanmış bir halde sessiz adımlarla dışarıya çıktım. Ortadan kaybolduğunda çok dikkat çekecek biri değildim. Ülkede olmadığım fark edilene kadar ben Uterus Ülkesine geçiş yapardım bile. Ortadan kaybolmam ise sıradan bir olay olarak sadece gazetelerin alt köşe yazısında geçerdi. Gaia da kayıtsız olarak ülke değiştiren çok sayıda insan vardı. Bu geçişler sadece Beyin Ülkesine girerken zorluk çıkarıyordu. Gaia’nın yönetim merkezi olduğundan onun dışındaki ülkelere geçiş sıklıkla kontrol edilmiyordu.

Limana geçtiğimde bana söyleneni yapıp tüm gemilerin kalkış saatlerinin bitmesini bekledim. Kaçak bir gemiyle yasa dışı bir yolculuk yapacaktım. Uterus’a gitme yolları her zaman diğer ülkelerden daha zordu. Yerle bir olmuş bir şehre az sayıda düzenlenen geziler dışında kimse geçiş yapmıyordu. Bu zorluklarının ardında Peder’in de yardımıyla kaçak bir şekilde ATP, ADP ve AMP enerji bilyeleri ticareti yapan bir kafile bulmuştum. Biraz para ve sessizliğimiz karşılığında beni istediğim yere bırakacaklardı. Peder sayesinde para görevi de gören bu bilyelerden edinme şansım olmuştu.

Düşüncelerimi kesen sessizce üç kez çalan gemi düdüğü oldu. Doğal taşım olmasa duyamayacağım kadar sessizdi. Bu bineceğim geminin bana haber verme sistemiydi. Eğer on dakika içinde ortalıkta görünmezsem beni beklemeyip gideceklerdi ve gemiye binmememe rağmen sessizlik anlaşmamız devam edecekti. Kıyının en dibine, sesi duyduğum yere doğru, koşmaya başladım. Geminin yerini özellikle söylememişlerdi, bize güvenmiyorlardı. Sesin geldiği yeri bulmam gerektiğini net olarak belirtmişlerdi. Kolyeme güvenerek bunu hiç sorun etmemiştim. Yüzüme vuran ve tersine gittiğim için benimle iddialaşan rüzgara rağmen birkaç dakikanın sonunda geminin uç kısmını görmeye başladım. Geminin önüne vardığımda anlaştığımız gibi üç kısa ıslık çaldım. Aşağıya sarkıtılan ip merdivene tırmanmaya başladım. Merdivenin sonuna vardığımda yukarıda beni bekleyen kişi beni tutarak gemiye aldı.

Başarmıştım, gemideydim. Bana yardım eden adama dönmeden önce şapkamı çıkarıp saçlarımı rüzgara teslim ettim. Adama döndüğümde beni gemiye almaktan pek de hoşnut olmadığını gördüm. Bakışlarıyla onu takip etmem gerektiğini işaret etti. Önünden geçtiğim herkesin sessizleştiği güverteden geçtikten sonra beni bir merdivenle yukarıya çıkardı. Kamaraların bulunduğu yerin en ucunu işaret edip, “İşte senin odan. Yemek saatlerinde odandan da duyabileceğin şekilde bir çağırma yaparız. Onun dışında ortalıkta dolanmanı pek tavsiye etmem.” Tekinsiz bir şekilde gülümsedi. “Burada istenmiyorsun çünkü. Her neyse sabahın erken saatlerinde uyanık ol, hızlı bir yolculuk olacak ve Uterus’a varacağız.”

Bana son kez baktıktan sonra cevap vermemi beklemeden hızla yanımdan uzaklaştı. Dediklerini unutmamak için tekrar ederek odama girdim. Diğer odalardan daha basık ve küçük olduğu için bana verildiğine yemin edebileceğim kadar kötü bir odaydı. Çantamı yatağa fırlattıktan sonra odanın penceresine yöneldim. ‘Sadece yarım gün, Efsun. Sadece yarım gün kapana kısılı kalacaksın.’ Kendimi rahatlatmaya çalışarak kolyemi avucumun içine aldım. Annem ve babam doğal taş hakkında daha fazla bilgiye sahipti ama onları bana aktaramadan sadece kolyeyi verecek kadar ömürleri olmuştu. Kolye hakkında deneyimlediğim şeylerden biri duyularımı normal insanlardan daha keskinleştirdiğiydi. Ayrıca beni rahatlatan bir yapıya sahipti. Geriye dönüp baktığımda doğal taş hakkında fazla bilgi bilmememi mantıklı buluyordum. Madenlerde çalışan her kesimden insan değerini bildiği bir taşı öyle kolayca başkalarına teslim etmek istemezdi. Ne kadar az bilgi o kadar çok mutluluk politikası vardı.

                                                             *      *      *

Uykumdan beynimi delip geçen tiz bir siren sesiyle uyandım. Nerede olduğumu idrak edemeden sert adımlarla odama gelen birinin varlığını duydum. Kapı sertçe açıldığında yataktan çıkacak vakti anca duymuştum. Daha önce bana yardım eden o adam gözlerinden ateşler çıkararak karşımda dikiliyordu. Ben daha neler olduğunu soramadan çantamı aldı ve elimden tutarak beni dışarıya sürüklemeye başladı. Kendime gelerek elimi ondan kurtardım.

“Neler oluyor?” diye sordum gözümle odada unuttuğum bir şey var mı diye bakarken.

“Sana uyanık olman gerektiğini söylemiştim,” dedi yüzüme doğru sinirden tükürerek konuşurken. “10 dakikadır senin halt yemen yüzünden açık sularda salak bir sirenin sesini herkese duyurduk. Çabuk olup gemiden ayrılmazsan olacaklarla yüzleşmek istemezsin.”

“10 dakikadır salak bir sireni açık bırakmanız benim suçum değil,” diye çıkıştım. Sirenin bahsettiği kadar yüksek seste olduğunu sanmıyordum. Kolyem sayesinde ilk saniyesinde uyanırdım yoksa.

Afallayarak durdu ve kendi içinde bana hak verdiğini gördüm. Sakinleşerek hızla aşağı inmeye başladı. Onu takip ederek gemiye alındığım ip merdivenin oraya geçtim. Güvertede kimse yoktu ama birçok göz tarafından izlendiğimin farkındaydım, geminin dışındakiler tarafından değil içindekiler tarafından.

Merdivenden inmeye başladığımda geldiğimden beri bana sert davranan adamın arkamdaki ülkeye bakarak yumuşamaya başladığını gördüm.

“Gidenin dönmediği ölü topraklarda şans seninle olsun, denizci.”

Karaya ayak bastığımda kimsenin acımasına ihtiyacım olmadığı konusunda kararlıydım. Adama karşılık vermeden merdiveni içeri çekmesini ve geminin hızla kıyıdan uzaklaşmasını izledim. Gemi ufuktan yok olduğunda arkamdaki enkazla karşılaşmaya hazırdım. Arkama döndüğümde beklediğimden daha az enkazla dolu sokaklar gördüm. Uterus’a yapılan geziler ülkenin temizliğinde etkin bir rol oynamıştı belli ki. Derin bir nefes aldığımda içimde bir huzursuzluk hissettim. Burada tek olmadığımı düşünen fikirler kolyemden geliyor gibiydi. Peder’in varlığını hatırlayarak kendimi rahatlatmaya çalışsam da kolyem bana birinin değil, birilerinin olduğunu fısıldıyordu.

Şapkamı kafama geçirerek çantamı sırtıma geçirdim. Efsaneler doğruysa bu ülkenin bir kehanetin gerçekleşmesi için 100 yıllık ayinlerinin yapıldığı bina yıkılmamış ve sağlam bir şekilde beni bekliyor olmalıydı. Sadece gösterimlik kalacak kadar temizlenen taş yığınlarının arasından geçerek bahsedilen binayı aramaya başladım. Sokaklar buram buram tehdit kokuyordu. “Bakın,” diye fısıldıyordu tehditkarca. “Karşı çıkanın ne halde olduğuna bakın. İsyanın sonuçlarına bakın. Bakın ki sonunuz böyle olmasın.”

Nasıl bu yerde hayatımın devamını geçireceğimi düşünebilmiştim ki? Bu fikri her içimden geçirdiğimde beni rahatlatan kolyem bu sefer sessizdi. Ne kadar sesli söylemeyecek olsam da Peder geldiğinde beni bırakmadığı için ona minnettar olacaktım. Şimdiki önceliğim sağlam binayı bulup ona sığınmaktı.

Ne kadar yürüdüğümü anlamayacak kadar yürüdüm, yürüdüm ve yürüdüm. Sonu olmayan bir yolda başa dönüp duruyor gibiydim. Dalgınlıkla kafamı çevirdiğimde gözüme ışıl ışıl parlayan bir pencere çarptı. Güneşin yansımasıdır diyerek kendimi kandıracaktım ki birden kafama burada sağlam hiçbir evin olmadığı dank etti. Yansımaya yaklaştıkça gümüş ve altın renklerine boyanmış o binayı gördüm. Güzeldi. Çok güzeldi.

Koşarak girişine vardığımda kapıyı açmaya çalıştım. Heyecandan ellerim titreyerek kapıyı itmeye çalıştım. Açılmadığında pencereleri denemeye giderken arkamdan bir ses yankılandı.

“Bunu mu arıyorsun?”

Elinde bir anahtarı döndürerek halime gülen Peder’e döndüm. Tanıdık birini görmenin verdiği hisle yanına koşup sarıldığımda sadece gülmekle yetindi. Beni de beraberinde tutup yürüterek binanın kapısına getirdi.

“Delisin, Efsun. Yerinde duramayan deli bir büyüsün, ismin gibi.” Kafasını iki yana sallayarak kendi kendine konuştu. Bana baktığında bilmişçe gülümsedi. “Senden başka kimse bu ülkedeki tek sağlam bırakılan binaya öyle kolayca gireceğini düşünemezdi. Aklın nerde, Efsun?” diye benden bir cevap beklercesine sustu.

Şoku yavaş yavaş atlatıyordum. “Burada taştan bol bir şey göremiyorum, Peder. Cam kırmaktan gocunmazdım.”

Bana laf anlatmaktan bıkmış gibi nefes verdi ve binanın kapısını açtı. İçerinin eski kokusu burnuma çarptığında gülümsedim. Sıcak hissettiriyordu.

“Burası ayinlerin yapıldığı ve kütüphane olarak da kullanılan biri ibadet yeriydi. Yıkılmamasının ve saklanmasının tek yegane sebebi bu.” Gezi rehberi havasında takılmasını umursamadan içimdeki hislerin beni sürüklemek istediği yere gitmek istedim bir anda. Tek katlı bu binada gözlerimi gezdirerek etrafa baktığımda duvara kazınmış yazıyı gördüm. Meraktan yaklaştığımda bunun duvara kazınmış bir kehanet olduğunu fark ettim. Bu ülkenin kaderini belirleyen o ünlü kehanet.

‘Uykuya dalmışsın. Gözlerini kapatmışsın her şey iyiymiş. Rüya kasedi oynamaya başlamış, yönetilen olmuşsun. Tacın vatandaşın eline düşmüş, ordunu kaybetmişsin. Başardım sandığın üç kuruşluk ilerleme heba olmuş, ilk günkü tahtın yerini mezarlık almış. Rüya kasedi durmuş, karanlık hüküm sürmüş beynine.

Uyanmaya çalışmışsın, uyanamamışsın. Çünkü gözlerini kapattıkların gözlerini açmışlar. Kaset daha yeni oynamaya başlamış.’

Kelimelerin büyüsüne inanmadığımı söyleyen bu adamın yanında okuduğum kehanet beni daha fazla nasıl etkileyebilirdi, bilmiyordum. Gaia da yaşayan her sıradan vatandaş bu kehanette bahsedilenlerin Beyin, Kalp ve Tiroid Ülkeleri olduğunu gözü kapalı anlardı.

Neler olduğunu anlamak istercesine Peder’e baktım. Gözlerinde her şeyin açıklığa kavuşacağına dair bir ışık gördüm. “Beni takip et,” diyerek beni demir bir kapının önüne getirdi. Kapıyı açmadan önce beş kere hızlı üç kere de yavaş yumruklarla kapıya vurdu. Kapı açıldığında kendimi karşımda sonsuza kadar ilerliyor gibi gözüken merdivenlere bakarken buldum, aşağı iniyorlardı. Kapıyı arkadan kapattığında kapı kendiliğinden kitlendi ve bana döndü. “Aşağı inelim, Efsun. Anlayacaksın.”

Sonsuza kadar sürüyormuş gibi gelen basamaklardan inişimiz tamamlandığında yaşam dolu olan bir yere indiğimizi fark ettim. Yaklaştıkça çoğalan insan seslerini duyuyordum. Burası bir yeraltı şehriydi. Merakla Peder’e döndüğümde ben sormadan konuşmaya başladı.

“Görüyorsun ya, Efsun. İstersen 8 ailenin yönettiği bir Beyin Ülkesi ol, istersen başka bir zengin ülke. Ne yaparsan yap bir ülkeyi kökünden ortadan kaldırmak kelimelerle söylendiği kadar kolay değildir. Burası da onun en basit kanıtı. Yaşama isteği yok olma isteğinden daha fazla olduğunda seni başka etkenler korkutamaz. Annen ve babanla çalıştığımız yer burasıydı işte. Burayı geliştirmek için çabalarken yaptıkları bir hata yüzünden ortaya çıktılar ve öldürüldüler. Burayı saklarken öldürüldüler. Burayı geliştirme işini şimdi biz üstleneceğiz ve zamanı geldiğinde yukarda okuduğun o kadim kehaneti, bu ülkenin kurulma amacını gerçekleştireceğiz.”

Ona baktığımda gülümsedi. “Burası gözü kapatılanların ülkesi, Efsun. Artık gözümüzü açtık.”