
Umay, şifacılık okulundaki son sınavına hazırlanmak için Akciğer Cumhuriyeti devlet kütüphanesinin en alt katlarında tozlu parşömenleri karıştırmaktaydı. Psikolojik hastalıklarla ilgili neredeyse tüm kitapları okumuştu ama bunlar Umay’a yetmemiş, eski vakaları aramaya koyulmuştu. Yıllanmış tabletler, eski parşömenler ve yıpranmış kitaplar arasından aradığı o kitabı çıkardı.
Kitap, 517 yılında meydana gelmiş psikolojik intihar vakalarını anlatmaktaydı. Yani neredeyse bundan 1000 yıl öncenin vakaları. Eski kitaplar, kadim bilgiler Umay’ın her zaman dikkatini çekmişti ve hiç tereddüt etmeden kitabı çalışma masasının üstüne koydu ve kitabın başına oturdu.
Önce kitabın üzerindeki tozları sildi, daha sonra bir mum yakıp kitabın rastgele sayfalarını çevirmeye başladı. Birkaç vaka okuduktan sonra kitabın içine sıkıştırılmış bir sayfa buldu. Sayfa, Akira Genjo isimli bir vakanın olduğu yere iliştirilmişti. Biraz inceledikten sonra bu sayfanın, Akira Genjo tarafından neredeyse 1000 yıl önce yazılmış bir mektup olduğunu fark etti. Heyecanla mektubu eline aldı ve okumaya başladı.
Mektupta şunlar yazmaktaydı:
Ben İmmünizm dininin eski koruyucu lenfositi Akira Genjo. Orduda geçirdiğim 10 yılın üstüne İmmünizm dinine hizmet etmeye karar verdim ve yaklaşık 30 yılımı bu dine hizmete adadım. Bu dine kendimi adadığımdan beri askerlikte geçirdiğim 10 yılın boşa harcanmış bir zaman olduğunu düşündüm durdum. Ancak kendimi ülke ülke gezip kutsal emanetlerin keşfedilmesi görevinde bulduğum zaman, askerlik tecrübelerimin de önemli olabileceğini fark ettim. Bu, kaderin bana layık gördüğü roldü ve bunu oynamaktan oldukça memnundum.
Kutsal emanetler, gezegenimiz Gaia’da oldukça az rastlanan büyülü eşyalardır. Hepsinin kendine ait hikayeleri vardır ancak sadece çok azı bulunabilmiştir. Kimisi Akciğer ülkesindeki bir iç savaşı bitirmekte kullanılmış, kimisi Bağırsak ülkesi bakteri ırkından arındırarak barışı getirmiş, kimisi de sadece güç elde etmek için kullanılmış. Örneğin ordumuzun baş komutanı Bishamonten Kozuki’de, Aldeslökin isimli çok güçlü bir asa olduğu iddia ediliyor. Gerçi bunu yazıya dökmemem gerekiyordu muhtemelen ama ölümün kıyısında deli bir adamın yazdıklarını belki de o kadar dikkate almayacaksınız.
Her neyse, bir kutsal emanet bulmam gerekiyordu. Böylece kendimi dinimize kanıtlamış olacaktım. Bu düşünce ile yola çıktım ve Gaia’nın tüm ülkelerini gezmeye başladım. Akciğer ülkesinden Kalp ülkesine, Mesane ülkesinden Böbrek ülkesine birçok ülkeyi gezdim. Ancak kutsal emanetler adına en küçük bir ipucuna dahi ulaşamamıştım. Yolculuğum beni bir gün Uterus ülkesine getirdi. Bundan tam 9 yıl 5 ay 21 gün önce. -Artık o ilaçları almayı reddettiğimden için geçmişi daha iyi hatırlıyorum. Neredeyse 10 yıl geçmiş.- Uterus ülkesi diğer ülkelerden pek bir farkı yoktu başlangıçta. Bir krallık şeklinde yönetiliyordu ve halkı neredeyse zengin diyebileceğim kadar hali vakti yerindeydi. Hatta bir an “Acaba yanlışlıkla Kalp ülkesine mi geldim?” diye düşünmedim değil.
Uterus Ülkesi İçinde Araştırmalar
Uzun süre bu ülkede kaldım ve birçok araştırma yaptım. En sonunda bu ülkenin Fundus bölgesinin kasabalarında bir yer altı şehrinin olduğunu duydum. Gizemli bir yer altı şehri bende bir kutsal emanet bulma adına tekrar bir umut uyandırdı. Bölgeye gittiğimde bana Ceinn kasabasına gitmemi söylediler. En sonunda kasabaya vardım ve gerçekten bu kasabada bu bahsettikleri yer altı şehrine turistik geziler yapıldığını öğrendim. Bunu ilk duyduğumda umduğum kadar gizemli bir yer olmayabileceğine düşündüm. Ama yine de oraya girip bakmalıydım.
Ayarlamalar yapıldı ve yanıma Visimar adında bir rehber verdiler. Visimar kısa boylu, oldukça yaşlı -en az 60 vardır- bir ayağı topal, epitel ırkından biriydi. Yürürken ayağındaki ağrıyı yüzünden okuyabiliyordum ama yine de hiçbir itirazda bulunmadan benimle yer altına şehrine kadar gelecek gibi gözüküyordu. Birlikte bir saat kadar yürüdük ve sisli bir vadide bulunan büyükçe bir mağaranın girişine geldik. İçeri girmeden önce elimize flor kristallerinden yapılmış mor renkli meşalelerimizi alıp yola koyulduk. Tahminen bir iki saat daha yürüdükten sonra mağaranın içinde oldukça büyük bir gölete geldik. Etraf zifiri karanlıktı ve sadece mağaranın duvarlarındaki tek tük flor kristalleri ve elimizdeki meşaleler ortamı aydınlatıyordu.
Meşalelerimizi, sadece iki kişinin karşılıklı oturabileceği küçük bir teknenin uçlarına yerleştirdik ve ilerlemeye başladık. Teknenin tuhaf bir biçimi vardı. Sanki yan yatmış “C” harfi gibi duruyordu. “C” harfinin uçlarından birisinin kıvrımı diğerine göre daha uzundu. Tekneye oturduğumuzda ilk başta kürekleri almak için ısrar etsem de Visimar hiçbir şekilde kabul etmedi ve tekneyi kendisi sürmeye başladı. Tekneyi sürerken olduğundan daha genç görünmeye başladı gözüme. Yaklaşık bir 3-4 saatlik yolumuz olduğunu söyledi Visimar ve bana bu yer altı şehri ile ilgili bilgiler vermeye başladı. Benim aklım şehirde bulmayı umduğum kutsal emanette olduğu için Visimar’ı pek dinleyemedim ama şunu dediğini hatırlıyorum:
“Burada bundan yüzlerce yıl önce belli aralıklarla felaketler gerçekleşirdi ve bu nedenle dışarıdan içeriye girişler oldukça sınırlıydı. Bazıları bu felaketlerin tanrının cezalandırması olarak görüyor, bazıları ise daha büyük kötülüklerin engellenmesi için bir gereklilik olarak. Tabii bunları biz artık çocuklarımıza masallar olarak anlatıyoruz. Yüzlerce yıldır tek bir felaket bile görülmedi burada. Bu yüzden biz de uzun süredir burada turistik geziler yapabiliyoruz.” Visimar’ın bu anlattıkları o an için bende sadece bir kutsal emanet bulma umudunu arttırmıştı. Bu bilgilerin ne kadar önemli olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyorum.
Bir süre sonra Visimar kürek çekmeyi bıraktı. Bu ineceğimiz yere geldiğimizin bir işaretiydi. Kayığı kıyıya yanaştırıp tekrar karaya çıktı. Ancak hala mağaranın içindeydik ve bir saat kadar daha mesafemiz vardı. Meşalelerimizi alıp tekrar yürümeye koyulduğumuzda Visimar bana şehirle ilgili başka bilgiler anlatıyordu, ben de göreceğim şeylerin heyecanı içinde hayaller kuruyordum.
Uterus Ülkesi Yer Altı Şehrine Giriş
En sonunda büyükçe bir çıkıştan geçerek mağaradan çıktık. Zannediyorum uzun yolun verdiği sabırsızlıktan olsa gerek, şehre ilk baktığımda bir hayal kırıklığına uğradım. Yer altı şehri denildiği zaman hayal ettiğim şey kesinlikle bu değildi. Burası daha çok bir yer altı kasabası olabilirdi belki. Ama yine de hala görmeye değer bir yer olduğu kesindi. Mağaradan çıktığımız yer, kasabaya -artık kasaba diyeceğim buraya- yukarıdan bakacak şekilde yüksek bir yerdi. Mağaranın çıkışı sağlı sollu iki ayaklı mor meşaleler ile aydınlatılmıştı. Meşalelerin hemen ardından kasabaya inen en az 500 basamaklı merdivenler başlıyordu.
Kasabaya yukarıdan baktığımda binalar ve yollar sanki bir üzüm salkımını andırıyordu. Binalarda ve yollarda, etrafı loş mor bir ışıkla aydınlatan, flor kristallerinden yapılmış meşaleler vardı. Tepeden adeta mor bir böğürtlene benziyordu kasaba. Tam merkezde ise büyük bir bina vardı. Oranın sonradan bir ibadethane olduğunu öğrenecektim. Kasaba üzüm taneleri şeklinde o ibadethanenin çevresine inşa edilmiş gibiydi. Aramaya ilk oradan başlamam gerektiği aşikardı. Merdivenlerden inerken kasabada yaşayan birkaç kişinin olduğunu gördüm. İlk başta onların Uterus ülkesi tarafından bu kültürel yapının korunması için görevlendirilen kişiler olabileceğini düşündüm ama Visimar bana onların burada yaşayan yerli halk olduğunu söyleyinde oldukça şaşırdım.
Nihayet kasabaya indiğimizde, ayaklarımın altında hafif bir sis olduğunu farkettim. Neredeyse ayaklarımla hareket ettirebilecek kadar yoğun ancak sığ bir sisti. Çevreyi az da olsa aydınlatan flor kristallerinin mor ışığı, sisin içinde dağılarak mistik bir hava oluşturmuştu. Ayrıca muhtemelen sisten kaynaklanan yoğun bir nem kokusu alıyordum. Kasaba ise yukarıdan göründüğünden çok daha azametli görünüyordu. Binalar öyle alelade yapılar değildi, hepsinin kendine has bir mimari yapısı vardı. Her binanın kapısında bir kayık işareti vardı. Visimar’a bunun nedenini sorduğumda onun kayık işareti değil, kadim dillerden birinde kullanılan, vav şeklinde okunan bir harf olduğunu söyledi. Henüz bunun nedenini soramadan başında dikildiğimiz evin sahibi kapısını açtı ve bize kim olduğumuzu sordu. Visimar kendini tanıttıktan sonra hiçbir şey söylemeden kapısını kapatıp gitti.
Kayık şeklini unutmamın nedeni adamın gözleri olmuştu. Bu yer altında, sürekli karanlıkta yaşayan bu kişilerin, karanlık ortamlarda daha iyi görebileceğini tahmin ederdim. Ancak bu adamın gözlerinin olması gerektiği yerde hiçbir şey yoktu. Visimar buradaki kişilerin hepsinin kör olduğunu, tamamen ışıksız yaşadıklarını söyledi. Binalarda ve yollarda bulunan flor meşalelerini de Uterus ülkesinden gelen görevliler daha sonradan yerleştirmiş.
Visimar bir süre bana kasabanın tarihini ve kültürünü anlattıktan sonra, ona kasabanın ortasındaki büyük binaya girmek istediğimi söyledim. Visimar oranın yerli halkın kutsal bir mabedi olduğunu, o yüzden girmemizin uygun olmayacağını söylese de ben ısrarcıydım. Visimar’a burada uzun süre kalıp araştırma yapmak istediğimi, isterse kendisinin dönebileceğini söyledim. Bir süre beni ikna etmeye çalışsa da sözlerin bir işe yaramayacağını anlayan Visimar, gönülsüzce geri dönmeyi kabul etti. Artık yalnızdım. Heyecanla mabetin yolunu tuttum.
Mabedin Azameti
Mabete yaklaştıkça azameti git gide arttı ve yanına geldiğimde kendimi çok küçük hissetmeye başladım. Binada keskin uçlu, sivri bir mimari kullanılmıştı. Oldukça yüksek bu binanın büyük pencereleri ve üçgen şeklinde uzun çatısı vardı.En az 3 metre boyunda ve 1,5 metre genişliğinde iki kapı içeriye doğru yarım açık bir şekilde duruyordu. Devasa kapıların üstünde yine o vav işareti vardı. Kapı açık olmasa muhtemelen ittirerek açamayacağımı düşünerek içeri girdim.
İçerisi neredeyse zifiri karanlıktı. Sadece büyük pencerelerden içeriye sızan mor ışıkla etrafı az çok seçebiliyordum. İçeride ayağım altındaki sisin daha da yoğunlaştığını hissettim. Sanki biraz daha hafif olsam üstünde yürüyebilecektim sisin. Kendi meşalemi de yakarak yavaşça ilerlemeye başladım. Herhangi bir şeye zarar vermemek için çok yavaş hareket ediyordum. Bir süre sonra gözüm karanlığa iyice alıştı. Burası gerçekten de bir ibadethaneydi. Dışarıdan baktığımızda bu binanın birkaç katlı olabileceğini düşünürsünüz ancak oldukça yüksek tavanı olan tekil bir yapıydı burası. Tavanından devasa avizeler aşağıya sarkıyordu. Işığa ihtiyacı olmayan bir kasabada bir avize olması tuhaf bir şeydi benim için ancak çok da umursamadım. Mabedin duvarlarının üst kısımlarındaki büyük pencerelerin önünde bir iç balkon vardı. Bu balkon mabade bir baştan bir başa sarıyordu ve oraya çıkabilmemizi sağlayan spiral merdivenleri vardı.
Bir süre sonra beni bir anlık korku ile birlikte şaşkınlığa uğratan bir şey gördüm. Mabedin en uç kısmında, oldukça büyük bir anıt mezar ve önünde ibadet eden yerli halktan insanlar vardı. İçeride birilerinin olduğunu beklemediğim için küçük bir şok geçirdim ancak daha sonra onlara doğru yaklaştım. En azından bazı sorularıma cevap verebileceklerini düşündüm. Bu insanlar bir ritüel yapıyor gibiydiler, oldukça ağır bir şekilde belli başlı hareketleri tekrarlıyorlar, bir takım ilahiler söylüyorlar, arada bir de anıt mezarın içinde yiyecekler bırakıyorlardı. İlk başta iletişim kurmaya çalışsam da bana cevap veren olmadı. Ben de ritüellerine saygısızlık yaptığımı düşündüğüm için onları kendi hallerine bırakıp etrafı gezmeye koyuldum.
Tam yukarıdaki iç balkonu gezmek amacıyla merdivenlere yaklaşmıştım ki, aynı yerde bir de aşağıya inen merdivenlerin olduğunu gördüm. Tereddüt etmeden aşağı doğru inmeye başladım. Taş merdivenlerden uzunca bir iniş yaptıktan sonra uzun ve dar bir koridorda buldum kendimi. Burası tamamen zifiri karanlıktı, sadece elimdeki mor flor meşalesi ile etrafı aydınlatabiliyordum. Yavaş yavaş ilerledim. Her iki duvarda da birtakım semboller vardı. İçlerinden bir tek vav sembolünü tanıyordum. İlerledikçe havanın daha ağırlaştığını hissetmeye başladım. Gittiğim yönden bana doğru kötü bir koku yayılıyordu. Ayağım altındaki sis gitmiş, onun yerine yapışkan bir sıvı gelmişti. Sanki pis bir lağım faresinin yuvasına doğru ilerliyordum. Yarım saat kadar yürüdüm. Ben yürüdükçe koku arttı, etrafta çürümeler, pislikler, mantarlar peydah oldu. Koridorun sonuna geldiğimde zincirlerle kapatılmış bir kapı karşıma çıktı. Bir yandan içeride ne olduğunu merak ediyordum. Ancak diğer yandan o ağır koku, o yapışkan iğrenç hava beni geri dönmeye ikna etmek üzereydi. Dinimin beni koruyacak olduğuna inancım olmasa çoktan geri dönmüştüm.
Kapı büyük zincirlerle kapatılmıştı. Ancak hem kapının üzerindeki çürümeler, hem de zincir üzerindeki pas nedeniyle kapıyı kırabileceğimi düşündüm. Birkaç tekme attıktan sonra son vurduğum omuz darbesi ile kapı menteşelerinden kırılarak ileri doğru düştü. Ben de kapı ile birlikte düştüm ve büyükçe bir odanın içine ellerimin üzerine kapaklandım. Dizlerim ve ellerim iğrenç yapışkan sıvı ile kaplandı. İçerideki çürük yumurta kokusu beynimi eritiyor gibi hissettim. Nefes alışım boğazımı yakıyor, gözlerim havanın yoğunluğundan yaşarıyordu. Sanıyorum ki uzunca bir süre kendime gelemedim. Kaç saat baygın kaldığımı bilmiyorum. Ancak uyandığım zaman kokunun nispeten azaldığını fark edip en azından doğrulmak için kendimde bir güç bulabildim. İşin kötüsü, meşalem de artık yanmıyordu.
Geri Dönüş Yolu
Tam artık buraya kadar diyip pes ediyordum ki onu gördüm. Yaydığı mat kırmızı ışıkla uzaktan kolayca seçilebiliyordu. Odanın ortasında, bir sütunun üzerinde öylece duran kırmızı bir küre. Sonunda onu bulmuştum. Sonunda bir kutsal emanet keşfetmiştim. Sakince yanına yaklaştım… İlerledim… İlerledim… Küreyi elime aldım… Ve Sonra… Hiçbir şey olmadı. Hiçbir şey. Bir güç emaresi, büyüsel bir aura, ya da en azından onu koruyan bir mekanizma. Hayır, hiçbir şey olmadı. Bu kadar kolay olması beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Küreyi çantama attım. Artık geri dönüş yolunu tutmanın vakti gelmişti.
Geldiğim yoldan tekrar geri dönüyordum. Koridor bana eskisinden daha uzun geldi. Yarım saat yürüdüğümü tahmin ediyordum ancak buna rağmen sanki hala başladığım yerde gibi hissediyordum. Zifiri karanlık sinirlerimi bozmak üzereyken birden bire karşıma merdivenler çıktı. Bunu gördüğüm zaman kısa süreli bir şaşkınlığa uğradım. Yolun daha başında hissetmemin nedeni çürümenin ve kokunun bitmemiş olmasıydı. Ben ne kadar süre baygın kalmıştım öyle? Korku ve şaşkınlıkla çantamdaki kutsal emaneti çıkardım. Acaba yanlış koridora mı gelmiştim? Kürenin cılız ışığı ile duvardaki sembollere baktım. Gelirken gördüğüm sembollerin aynısıydı. Zaten başka bir koridor da yoktu. Ancak bir süre sonra, vav sembollerinin üzerinin kanla kaplı bir şekilde olduğunu fark ettim.
Korku ile yavaşça merdivenlerden yukarı çıktım. En azından mabedin içine çıkan bir yol olabilirdi burası. Olabildiğince sessiz ilerliyordum. Yukarıya yaklaştıkça çığlık sesleri duymaya başladım. Yavaşça mabede çıktım. Gördüğüm manzara beni tekrar bayılacak noktaya getirdi. O iğrenç odada gördüğüm pislikler ve çürümeler her yere yayılmış. Yerdeki sis ortadan kaybolmuş, yerine yapışkan iğrenç kokan bir sıvı gelmişti. Mabedin duvarları çürümüş, mantarlar bitmişti. Etrafa eşyalar saçılmış, üzerlerinde yosunlar bitmiş, sanki yüz yıllardır terk edilmiş bir yapıya dönüşmüştü.
Ancak beni asıl dehşete düşüren şey bu değildi. Yerli halktan insanlar, aynı ritüellerine devam ediyordu. Ancak bu sefer oradaki insanlar deforme olmuş, çürümüş, adeta yaşan bir ceset gibiydiler. Yine aynı tekrarlı hareketleri yapıyorlar ve yine aynı anıt mezarın içinde bir şeyler bırakıyorlardı. Bu sefer bıraktıkları yiyecekler çürümüş, salyalı, kokuşmuş şeylerden oluşuyordu. Ve mezara bırakılan her yiyeceğin ardından mezarın içinden bir çığlık sesi duyuluyordu. Aynı anda bu çürümüş insanlar tuhaf sesler çıkararak ayinlerini sürdürüyordu. Bırakın onlarla iletişim kurmaya çalışmayı, varlığımı hissettikleri anda öleceğimi düşünmeye başladım.
Beynimi eriten iğrenç koku. Penceren giren loş mor ışığın yenemediği zifiri karanlık. Çığlıklar. Bunlara dayanabilmemi sağlayan tek şey o kapıdan dışarı çıkıp gidebilecek olmanın verdiği umuttu. Kapının olması gerektiği taraf çok daha karanlık olduğu için duvarlardan el yordamıyla kapıya kadar gelmeyi başardım. Ancak içimde kalan o son umut kırıntısı, kapıya geldiğimde hızla yerini dehşete bıraktı. Devasa kapı kapalıydı ve ne kadar zorlarsam zorlayım kapı birazcık bile açılmadı. Kapıya yumruklar savurmaya, tekmeler atmaya başladım. Çaresizlik gözümü karartmıştı. Buradan bir an önce çıkmak istiyordum.
Birden sağ omzumun üstünde bir el hissettim ve irkilerek kendimi yere attım. Çürümüş vücuduyla üzerime yavaşça yürüyen bir adamdı bu. Kısa boyluydu. Yüzünde kırışıklıkların arasında çürümüşlükler ve mantarlar bulunuyordu. Saçlarının yarısı dökülmüş, yarısı beyaz ve karışıktı. Kendimi yerde geri geri sürüklerler topallayarak bana yaklaştığını ve “Seni bekledim” dediğini duydum.
Korkudan çığlık atmış olmalıyım ki, diğer yerli halkın ayin sesi birden kesildi. Dikkatlerini çekmiş olabileceğim korkusuyla hemen ayağa kalktım. Tekrar duvarlara dayanarak merdivenleri bulma umuduyla koşmaya başladım. Duvarların çürümüş, ıslak, mantarlı yapısını artık umursamıyordum. O an ne çürümüşlükten, ne karanlıktan, ne de iğrenç kokudan korkuyordum. Sessizlik beni bunlardan kat be kat korkutuyordu. Merdivene ulaşana kadar ne kadar süre geçtiğini bilmiyorum ama bana saatlerce sürmüş gibi geldi.
Mabedin biraz daha aydnılık tarafında merdivenlere geldiğimde yerli halkın hala aynı yerde bulunduğunu gördüm. Kıpırdamadan sessizce bekliyorlardı. Yavaşça merdivenlerden yukarı çıkmaya başladım. Dikkatlerini çekecek hiçbir şey yapmamaya çalışıyordum. Merdivenlerin bir kısmı çürümeden yıkılmıştı. Bazı basamakları kullanılmaz hale gelmişti. Ve sümüksü bir sıvı ile kaplandığı için aşağı kaymamak için oldukça dikkat ediyordum. Yeterince yukarı çıktığımda gözüm bir anlığına anıt mezara takıldı. Gördüğüm manzara karşısında dilim tutuldu. Kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Nefes alamıyordum. Alnımdan akan ter gözlerimi yakıyordu. Ona ne kadar uzun süre baktığımı bilmiyorum. Ancak bu dehşet verici şey karşısında kim olsa aynı şeyleri yaşardı.
O anıt mezarın içinde onlarca metre boyunda, en az iki metre genişliğinde, devasa yılanvari bir yaratık duruyordu. Kafası oval bir üçgeni andırıyordu. Boynu diyebileceğim yerde spiraller şeklinde halkalar vardı ve kalan kısımları ince ve uzundu. Mezar içinde sağa sola hareketler ediyordu. Yerli halkın üzerine boşaltığı iğrenç maddeler vücudunda yaralar oluşturmuş gibiydi. Bir süre hareketlerini devam ettirdikten sonra bir an durdu… Kafasını bana doğru çevirdi… Bir süre bana baktı… Baktı… Baktı… Ve birden bire ani hareketlerle mezarının duvarlarına vurmaya, çırpınmaya ve çığlıklar atmaya başladı. Benim farkıma varmış ve bana gelecekmiş gibi hissettim.
Artık gözlerim kararmıştı ve hiçbir şey görmüyordum. Tek hatırladığım merdivenlerden koşarak yukarı çıktığım ve 3-4 metrelik büyük pencerelerden kendimi dışarıya attığım. Kırık bacaklarımla maranın girişine kadar nasıl koştuğum bir muamma. Bir de -muhtemelen kayığı göremedim ya da binmeyi akıl edemedim- kendimi sulara bırakıp yüzmeye çalıştığımı hatırlıyorum.
Daha sonra uyandım. Kendimi burada, bu tımarhanede tedavi altında buldum. O zamandan bu zamana neredeyse 10 yıl geçti. Bu yaşadıklarıma tabii ki kimseyi inandıramadım. Oradan çıkardığım kutsal emanetin, şu an Immünizm tapınaklarından birinde sergileniyor olması, en azından deli olmadığımı bana kanıtlıyor. Ona metotreksat dediler. Hala ne işe yaradığını bilmiyorlar ama ben biliyorum.
Eğer bu mektubu okuyorsanız bu dediklerimi dikkate almanızı öneririm. Metotreksat’ı Uterus ülkesinden çıkarmamalıydık. Bunu çok geç anladım. Bu kutsal emanet, o dehşet verici yaratığın ölmesi için oradaydı. Ona nasıl zarar verdiğini gözlerimle gördüm. Şimdi bundan yoksunuz ve o ülkeye gelecekte neler olacağını düşünmek bile beni dehşete sürüklüyor. Yakın zamanda Uterus ülkesine giriş çıkışların tamamen kapatıldığını duydum. Benim bu yazdıklarımı bir uyarı olarak görmenizi istiyorum. Ve tabii ki de bir özür olarak. Ya da bilmiyorum, belki de deli bir adamın son saçmalıkları olarak görebilirsiniz de…
Size kalmış… Elveda…
…
Umay mektubu okurken birden kendine geldi ve saatlerin geçtiğini fark etti. Yaktığı mum neredeyse bitmişti. Bu kitabın (ve mektubun), ona psikoloji sınavında çok faydası olacağın düşünerek kıtabı kapattı, mektubu çantasına attı ve evine gitmek üzere yola koyuldu. Yolda giderken Akira Genjo’nun mektubundaki o ülke aklına geldi. Neydi orası? Uterus ülkesi. Böyle bir ülkeyi hayatında hiç duymamıştı, acaba bu deli adam nasıl bir hayal aleminde yaşıyordu? Bunu hocalarıyla tartışırken çok eğleneceğini düşünerek mutlu adımlarla evinin yolunu tuttu.